Dijitalleşme ve Mahremiyet İlişkisi: Gözetim, Etik ve Kişisel Verilerin Kaderi
Dijital Ayak İzleri ve Mahremiyetin Erozyonu
Bireyler, internette gezinirken, sosyal medyada paylaşımda bulunurken ya da basit bir arama motoru sorgusu yaparken, farkında olmadan çok sayıda kişisel veriyi çeşitli platformlara bırakmaktadır. Bu dijital ayak izleri; konum bilgileri, tercihleri, sosyal ilişkileri ve hatta psikolojik profilleri ortaya koyabilecek detaylar içermektedir. Bu verilerin toplanması, işlenmesi ve ticari ya da kamusal amaçlarla kullanımı, mahremiyet kavramını yalnızca özel hayatın gizliliğiyle sınırlı olmaktan çıkararak, bireyin dijital özne olarak yeniden tanımlanmasını gündeme getirmiştir.
Gözetim Toplumları ve Biyoiktidar
Foucault’nun "panoptikon" kavramından esinle geliştirilen gözetim toplumu eleştirileri, dijitalleşme bağlamında yeni bir anlam kazanmıştır. Dijital teknolojiler aracılığıyla sürekli izlenebilirlik, yalnızca devletlerin değil, özel sektör aktörlerinin de bireyler üzerindeki denetim kapasitesini artırmıştır. Bu süreç, bireyin davranışlarını şekillendiren, yönlendiren ve hatta önceden tahmin edilebilir hale getiren bir algoritmik gözetim rejimi doğurmuştur. Kimi akademisyenler, bu durumu "sayısallaşmış biyoiktidar" olarak tanımlamakta ve bireyin bedenine ve kimliğine yönelik müdahalelerin artık veriler aracılığıyla gerçekleştiğine dikkat çekmektedir.
Yapay Zekâ Etiği ve Karar Verme Mekanizmaları
Yapay zekâ teknolojileri, bireylerin verilerini kullanarak karar alma süreçlerini otomatize etmektedir. Ancak bu kararların ne ölçüde şeffaf olduğu, algoritmaların hangi önyargılarla kodlandığı ve etik ilkelerin nasıl gözetildiği halen tartışmalıdır. Mahremiyetin ötesinde, yapay zekânın bireylerin yaşam alanlarına müdahale etme potansiyeli, etik sorumluluk kavramını yeniden yorumlamayı gerektirir. Burada mesele, yalnızca verinin toplanması değil; bu verinin hangi amaçla ve kim tarafından nasıl değerlendirildiğidir. Bu bağlamda, yapay zekâ sistemlerinin açıklanabilirlik, hesap verebilirlik ve ayrımcılıktan kaçınma ilkeleriyle donatılması, birey haklarının korunması açısından zorunludur.
Bu noktada, yapay zekâ algoritmalarının “karar verici” konuma gelmesiyle birlikte klasik anlamda insan iradesine dayalı karar alma süreçlerinin yerini, veriye dayalı otomatik sistemler almaktadır. Ancak bu sistemlerin çoğu zaman “kara kutu” niteliği taşıması, kararın nasıl alındığının anlaşılamamasına neden olmaktadır. Özellikle adalet, kredi notu, işe alım ya da sağlık gibi bireyin yaşamını doğrudan etkileyen alanlarda, algoritmanın karar mantığı açıklanmadığında, bireyin hem denetim hem de itiraz hakkı fiilen ortadan kalkmaktadır. Bu durum, yalnızca teknik bir sorun değil, aynı zamanda temel hakların ihlali anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan, algoritmik sistemlerde gömülü önyargılar, yapay zekânın görünüşte tarafsız ama fiilen ayrımcı sonuçlar üretmesine yol açabilmektedir. Eğitim verilerinde yer alan tarihsel eşitsizlikler ya da sosyoekonomik önyargılar, algoritmalar tarafından çoğaltılarak yeni ayrımcılık biçimlerine dönüşebilmektedir. Örneğin, geçmişte ayrımcılığa maruz kalan bir gruba ait verilerle eğitilmiş bir sistem, gelecekte de bu grubu sistematik biçimde dışlayabilir. Bu bağlamda, veri adaleti (data justice) kavramı, yalnızca veri güvenliğini değil, verinin üretiminden kullanımına kadar geçen sürecin etik temeller üzerinde şekillenmesini zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca, yapay zekâ uygulamalarının etik denetiminden sorumlu olacak kurumsal yapıların oluşturulması, bu teknolojilerin demokratik toplum düzeni ile uyumlu hale getirilmesi açısından elzemdir. Bağımsız etik kurullar, disiplinlerarası denetim mekanizmaları ve sivil toplumun katılımı, algoritmaların toplumsal etkilerini göz önünde bulunduran çok katmanlı bir denetim sisteminin inşasında temel rol oynamalıdır. Bununla birlikte, denetim yalnızca dışsal bir mekanizma olarak değil, sistemlerin tasarım aşamasına entegre edilmiş “etik tasarım” ilkeleriyle de desteklenmelidir.
Bireylerin kendi verileri üzerinde sahip olduğu kontrolün güçlendirilmesi, yapay zekâ çağında dijital özneliğin korunması bakımından kritik bir rol oynamaktadır. Bu kapsamda “bilgilendirilmiş onam”, “veri taşınabilirliği” ve “unutulma hakkı” gibi kavramlar, bireylerin dijital alandaki varlıklarını daha bilinçli ve özerk biçimde yönetmelerini sağlayacak araçlar olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu hakların sadece mevzuatta tanımlanması değil, aynı zamanda erişilebilir, uygulanabilir ve denetlenebilir olması da zorunludur. Aksi takdirde, dijital teknolojilerin sunduğu olanaklar birey lehine değil, onları gözetim nesnesi haline getiren bir sistem lehine işleyecektir.
Kişisel Verilerin Korunması ve Hukuki Düzenlemeler
Dijitalleşme çağında kişisel verilerin korunması, yalnızca bir teknoloji sorunu değil, aynı zamanda hukuki ve siyasal bir meseledir. Türkiye’de 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ve Avrupa Birliği'nde uygulanan Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR), bireyin veri üzerindeki kontrolünü artırmayı hedeflemektedir. Ancak bu yasal düzenlemeler, dijital teknolojilerin hızına yetişmekte güçlük çekmekte; pratikte ise çoğu zaman bireyin haklarını etkin şekilde koruyamamaktadır. Dahası, kullanıcıların verilerini “rıza” temelinde sunmaları, çoğu zaman bilgilendirilmiş bir tercih olmaktan ziyade dijital hizmetlere erişimin zorunlu koşulu haline gelmiştir.
Mahremiyetin Yeniden İnşası Mümkün mü?
Dijitalleşme, bireyleri veri üreticisi kılarken, onları aynı zamanda sürekli izlenebilir ve değerlendirilebilir nesnelere dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, klasik mahremiyet anlayışını yetersiz bırakmakta ve yeni bir dijital etik inşasını zorunlu kılmaktadır. Teknoloji politikalarının şeffaf, hesap verebilir ve insan haklarını esas alan bir anlayışla yapılandırılması; bireylerin yalnızca veri kaynağı değil, dijital özneler olarak tanınmasını gerektirir. Mahremiyetin dijital çağda korunması, teknik çözümlerin ötesinde, etik ilkeler, hukuki düzenlemeler ve toplumsal bilinçlenme ile mümkün olabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder