Kırılganlık Siyaseti: Birey, Kimlik ve Direnç Üzerine Düşünceler

Kırılganlık siyaseti, çağdaş sosyal bilimlerde ve siyaset teorisinde giderek daha fazla tartışılan bir kavramdır. Judith Butler’ın kuramlarıyla öne çıkan bu yaklaşım, bireylerin hem fiziksel hem de duygusal kırılganlıklarını politik bir mesele haline getirir. Kırılganlık, yalnızca bireysel bir zayıflık olarak değil, toplumsal dayanışma ve etik sorumluluk ekseninde ele alınması gereken bir koşuldur. Bu anlayış, bireylerin korunması kadar, kamusal alanda var olma haklarının tanınmasıyla da ilgilidir.


Modern liberal siyasetin çoğu zaman bireyi “özerk” ve “rasyonel” olarak varsayması, kırılganlık gerçeğini göz ardı edebilir. Oysa ki insan, bakım ilişkilerine, destek ağlarına ve güvenlik yapılarına ihtiyaç duyan bir varlıktır. Bu nedenle kırılganlık siyaseti, yalnızca savunmasız bireyleri değil, sosyal politikanın kapsamını da sorgular hale gelir. Refah devleti, göç politikaları, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konular bu çerçevede yeniden düşünülmelidir.

Kırılganlık siyaseti, özellikle pandemi gibi küresel krizlerde daha görünür hale gelmiştir. Salgın döneminde yaşlılar, kronik hastalığı olanlar, evsizler ve bakım emeği veren kadınlar toplumun en kırılgan kesimleri olarak öne çıkmıştır. Bu grupların maruz kaldığı yapısal eşitsizlikler, kırılganlığın sadece bireysel değil, sistematik olduğunu da göstermiştir. Bu bağlamda kırılganlık, hem bir teşhis hem de bir dayanışma çağrısıdır.

Toplumsal cinsiyet çalışmaları açısından da kırılganlık siyaseti önemli bir analitik araç sunar. Kadınların, LGBTİ+ bireylerin ya da etnik azınlıkların karşılaştığı ayrımcılık biçimleri, onları kamusal alanda daha kırılgan hale getirebilir. Ancak bu kırılganlık, aynı zamanda kolektif eylem ve direnişin de bir zeminidir. Yani kırılganlık, yalnızca savunma değil, dönüşüm potansiyelini de içinde barındırır.

Kırılganlığın tanınması, yeni bir etik siyaseti de beraberinde getirir. Bu etik, bireylerin yalnızca haklarıyla değil, birbirlerine karşı taşıdıkları sorumlulukla da tanımlanmasını talep eder. Politik karar alma süreçleri, yalnızca çoğunluk odaklı değil, kırılgan grupların ihtiyaçlarını merkeze alan bir yapı kazanmalıdır. Bu, temsiliyetin ötesinde bir duyarlılığı ve bakım etiğini önceler.

Ayrıca dijital çağda kırılganlık siyaseti, mahremiyet, çevrimiçi taciz ve dijital dışlanma gibi yeni boyutlar kazanmıştır. Siber zorbalık, yapay zekâ temelli önyargılar ve veri güvenliği gibi meseleler, bireylerin dijital kırılganlıklarını ortaya koyar. Dolayısıyla dijital politikalarda da kapsayıcılık ve koruma ilkeleri yeniden düşünülmelidir.

Kendi kendine yeten, rekabetçi birey modeli; kırılganlığı dışlayan ve onu bir başarısızlık göstergesi olarak yorumlayan bir mantığı besler. Oysa insan doğası, karşılıklılık, kırılganlık ve dayanışma zemininde şekillenir. Bu nedenle yeni bir siyasal tahayyül, kırılganlığı bastırmak yerine tanıyan ve dönüştüren bir yaklaşım geliştirmelidir.

Neoliberal özneleşme süreçlerine de eleştirel bir perspektif sunan kırılganlık siyaseti, bireyin yalnızca bir hak öznesi değil, aynı zamanda bakım ilişkileri içinde bir varlık olduğunu kabul eder. Bu siyaset, toplumsal dayanışmayı, adaleti ve etik sorumluluğu yeniden tanımlar. Böylece kırılganlık, yalnızca korunması gereken bir hâl değil; toplumsal dönüşümün kurucu bir bileşeni haline gelir.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadın Liderlerin Rolü ve Önemi

Uyuşturucunun Psikolojik Etkileri: Zihne Yolculuk

Kişilik ve Genetik: Doğuştan mı Geliyor?